1970'li yılların başı. O zamanlar ilkokul çağında 6-7 yaşlarındayız. Kaş İlçesi o zamanlar 2.000 nüfuslu küçücük bir kasaba. Televizyon henüz ülkemizde büyük şehirlerde yeni yeni yaygınlaşmaya başlamışken Kaş ve çevresinde esamesi bile okunmuyordu. Elektrik ise gündüz verilemiyor akşam saat 17:00-23:00 arası mazotla çalışan bir santralden sağlanıyordu. Su bile her evde yoktu. Mahalle aralarındaki yapılan birkaç çeşmeden ibrik ve bidonlarla sağlanırdı.
O zamanlar günlük gazete bile okunamaz. Gazete bir gün sonra geldiğinde gecikmeli okunurdu. Zaten gazete abonesi iki elin parmak sayısını geçmezdi. Ulaşım ise sınırlı ve zordu. Henüz asfaltla tanışamamıştık. Yollarımız uzun, virajlı ve topraktı. Antalya iline ve diğer illere aktarmalı küçük otobüs ve dolmuşlarla gidilirdi. Kaş-Fethiye-Finike arası günlük işleyen halk otobüsleri vardı. Halk yakınlarının yanına gitmek için yüz tutamağı olarak yetiştirdiği sebze, meyve, elinle yaptığı kışlık tarhana, bulgurunu ve de tavuğunu, yumurtasını yanına alır öyle yola çıkardı.
Kış aylarına gelen ramazan günleri daha çabuk ve daha kolay geçerdi. Öyleki kış günü kısa idi ve hava serin olduğundan dolayı oructa daha kolay tutulurdu. Sabahla akşam arasında Günün nasıl geçtiğini bilemezdik. Ancak yaz aylarına denk gelen özelliklede Temmuz-Ağustos aylarına denk gelen ramazan aylarında bizler o tarihlerde küçük olduğumuz için epeyce zor olurdu. Hele yaz aylarında Kaş çok sıcak olur ve sıcaktan durulmazdı. Yetişkinler bile bu yaz sıcağına dayanmakta zorlanıyordu. Çoğu ilçe sakini ailesiyle birlikte daha serin olan gömbe, seyret, sütleğen gibi yüksek yaylalara çıkardı. Özellikle Kaş'ın en yüksek yaylası olan Gömbe yaylasına çıkılırdı. Halk orada yaz boyunca yaylalar hemde kışlık önündeki kış ayı için kışlık yiyeceğini hazırlardı. Bizimde yaylamız o zamanki adıyla Seyret şimdiki adıyla Gökçeören yaylasıydı.
Bizlere o yıllarda yaşımız küçük olduğu için tekne orucu tuttururlardı. Küçük yaşta alışsın diye tutturulan bu oruç öğle namazına kadar tutulan oruçtu. Aslında böyle yarım tutulan bir oruç varmıydı, yokmuydu.? bunun tartışması dahi aklımıza gelmezdi. Küçük yaşta bu durum bile bizim için daha iyi birşey gibi geliyordu. O zamanlar çocuktuk. Büyüklerimizi dinliyorduk ve onlara özeniyorduk. Annelerimiz ve babalarımız bizlerin dinine ve kültürüne bağlı birer evlat yetiştirme gayretindeydi. Kaş eski adıyla Andifli küçücük bir kasaba olmasına rağmen diğer iç Anadolu ilçelerinden farklı olarak İstanbul şivesi konuşur. Kenar ve iç köylerde ise herkes tarafından anlaşılan ve konuşulan yörük kültürüyle beslenen Türkçe konuşulurdu. Yaşam tarzı aynı olup mütevazı bir yaşam hakimdi. Halk arasında yaşamsal olarak derin bir uçurum henüz yoktu. İleriki yıllarda büyüyüp yaşımızın ergenliğinin vermiş olduğu cesaretle işi büyüterek tam gün oruç tutmaya başladık. Eski Kilise olarak ta bilinen şimdiki Yeni Camiinden atılacak topun sesini bekler iftar saatini iple çekerdik. İftar saatinde annemin hazırladığı tavuklu pilav bizim için en büyük ödül olurdu. Görevini layıki ile yerine getirmenin hazzı içinde hemen önce yanı başımızda oturan dedemlere annemin iftardan önce hazırladığı yemeği götürür. Hemen geri dönüp sofranın başında her zamanki yerime otururdum.
O zamanlar yörük usulü çilingir sofrası diyebileceğimiz yer sofrasında yere bağdaş kurularak oturulup yemek yenirdi. Şehrin merkezinde hali vakti daha iyi olanlar ve bazı bürokratlar evlerinde masada yerlerdi. 1990 yılların başında bizlerde büyüyüp söz sahibi olunca masalarda yemeye başladık. O yıllarda kırmızı et bize lüks gelirdi. Dedemin o tarihlerde kendi eliyle yaptığı bahçe içersindeki küçük fırında mayalı ekmek yapılır ve o zaman ki evden biraz büyük malikanesinde kalanlara pişirilen ekmeklerden dağıtılırdı. O zamanlar fırınlardan ekmek almak yerine çoğu zaman evlerde odun ateşi ile yapılan yufka etmek yapılıp yenilirdi. O yıllarda lezzeti bir tarafa kokusuna hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi. Komşuda pişen paylaşılır ve o yıllarda ramazanlar bu kadar şatafatlı olmazdı. Geçim, kariyer telaşı olmazdı. Siyasi ayrım bu kadar belirgin ve önemli değildi. İnsanlar az şeylerle yetinirler, küçücük dünyalarında huzurlu ve mutluydular.
Artık günümüz dünyası ve sosyo-ekonomik yapı değişince bu ramazan aylarında toplu yemek verme olayına dönüştü. Durumu iyi olanlar yemek vermeye başladı. Bu duruma Yerel belediyelerde katılarak toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlamak gibi kültürel bir dayanışmayı da getirmiş oldu. Geçim sıkıntılarının getirmiş olduğu zorluklar ile teknolojinin getirmiş olduğu olumsuz koşullar insanları birbirinden uzaklaştırırken her yıl düzenlenen etkinlikler sayesinde halkımız yeniden eskiden kalan özlemle biraraya gelmeye başladı.
Bu aslında bizlere kaybettiğimiz değerleri yeniden yaşamak ve yaşatmak için güzel şeylere vesile olmak için bulunmaz bir fırsat. Birlikte geçmişte, şimdi ve dahi gelecekte ortak paydada buluşmayı başarmak sevindirici bir durum. Gelecek güzel ramazanlara ağız tadıyla ulaşmak dileğiyle...