Kırlangıçlar Ülkesi TÜRKİYE

   Her taraf o kadar yeşil, gökyüzü o kadar mavi ki, gecenin karanlığında bile renkler dans ediyor sanki. Kuş sesleri hiç susmuyor tüm hayvanlar özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Dünyanın dört bir yanından gelen hayvanları Türkiye kucaklıyordu adeta. Her canlı kendine bir arkadaş edinmiş doğanın uçsuz bucaksızlığında yol alıyordu. Her insan sorumluluğunu biliyor; çiftçi ekinlere, öğrenciler okullarına koşuyordu. Her şeyi kontrol altına alan bir devlet başkanı, ya da bakanlar yoktu. Bu ülke özgür ve ne yaptığını bilen iyi yetiştirilmiş insanlardan başkası değildi.  Herkesin kalbinde yaşattığı sarı saçlı, mavi gözlü bir babaları vardı. Doğru olan her şeyi ondan öğrenmiş, onu yürekten sevmişlerdi.

   Evleri sarmaşıklardan yapılmış, onları boyayan da üzerindeki rengârenk çiçekleriydi. Bayrak kırmızı rengini doğaya olan aşkından, üzerindeki ay yıldızı da gökyüzünün özgür yaşatmasından alıyordu. Dünyanın ortasındaki bu küçük cennet ülkeleri hayrete düşürüyor ama insan ırkından doğaya zarar veren hiç kimse Türkiye'ye giremiyordu. Gelen turistler ülkeyi terk etmek istemiyor, kalıcı olmak adına yardıma ihtiyacı olan herkese yardım ediyorlardı. Soğuk havalarda hayvan dostlarına sarılanı da vardı pembe duman çıkaran ateşin yanında oturarak ısınanıda. Kadın, erkek diye terimler yerini herkes her işi yapabilir alıyordu. En çok uygulanan şiddet; sevgi busesi, en ağır hastalık; gülerken oluşan kırışıklıkları oluyordu. İnsanlar güzel-çirkin diye değil ikisi de birbirinden mutlu diye ayırt ediliyordu. Bu ülkede yaşayan herkes istediği yerde istediği kadar kalabiliyor, isteyen istediğini yiyip içebiliyordu. Ulaşmak istedikleri yeri hayal etmeleri yetiyor, hemen orada oluyorlardı. Şair ve yazarlar bulutların üzerinden etrafa bakıp dizeler seriyordu. Doğanın bir bestesi vardı sanki. Küçük bir esintiyle nağme nağme kulağa işleniyordu. Sanat başka hiçbir yerde böylesine insanı sarmıyordu.

   Mevsimlerden hep bahar, yağmur tane tane dokunuyor tenine. Bahar yağmuru başka oluyor ama burada daha bir harikulade. Güneş bunaltmıyor sıcaklığında, annelerin gülüşüne sevimli bir esinti ayırıyor her doğduğunda. Ne kahkaha sesleri sükûta, ne pamuk şeker alan çocukların mutluluğu sona eriyordu. Her sokağın adı sevinçliydi, geleni gideni de öyleydi zaten. Ağaç yaş iken eğilir derler, ne kadar doğru bir söz.

   Bu ülkede öğretmenler ne olmak istiyorsun sorusu ile kalmıyor her miniği istediği meslekte geliştirmek ve en iyisini yapmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Okuma yazma öğrenen her çocuk sonrasında ne olmak isterse o alanda eğitim görüyordu. Ayrı olarak her öğrenciye kültürel mirasları mutlaka anlatılıyordu. Dışarıya muhtaç olmayan tek ülkeydi burası. Her ihtiyacını toprağından çıkarıyor, bulunmayan her şeye alternatif arıyor, kısa zamanda keşfediyorlardı. Yardıma ihtiyacı olan tüm ülkelere elinden gelenin fazlasını yapıyorlar, kendi uyguladıkları karlı tarımı o ülkelere de kuruyorlardı. Afrika gibi açlıktan ölen insan topluluğu kalmamıştı. Türkiye’de amaç fazlasını kazanmak değil paylaşmak, bunun küçük yaşta kalplere kazandırılmasıydı. Hiçbir insan gereğinden fazlasını almıyor emeği ne ise onu kazanıyordu. Ne öyle oturduğu yerden binlerce lira kazanan milletvekilleri vardı ne de milyon dolarlık şirketler. En çok emeği olanların çabası görmezden gelinmiyor, öğretmenlere hak ettikleri değer veriliyordu. Sağlıksız yaşam yoktu, ülkeyi saran bir virüs yoktu. Mutluluğun gölgesi olmazdı zaten, olsa mutluluk hastalığın gölgesinde kalmaz mıydı? Dış ülkelere doğal ilaçlar gönderip güzel sonuçlar alıyorlar, buldukları tedaviler sayesinde kanser, SMA gibi hastalıklara kesin çözüm buluyorlardı. Artık kimse hastalık sebebi ile hayatını kaybetmiyordu. Kaliteli yaşamı dünyanın dört bir yanına yaymışlardı. Basın özgürdü, eleştirecekleri devlet adamları olmadığından olsa gerek. Sansürsüz haberden çok sansürsüz yaşam vardı.Herkes neyse o, olanlar nasılsa öyle yazılıyordu. Tarihte sansür yasağı yemiş kitaplar, şiirler yoktu. Sürgün yemiş edebiyat insanları yoktu. Çünkü kimse ülkesinden ayrılmak zorunda kalmamalıydı, koşullar ne olursa olsun son nefes toprağında son bulmalıydı. Hatıralarda kalan mavi gözlü kahraman hiç koparılmıyordu anı sayfalarından. En büyük tarihi miras o ve hayatı değil miydi zaten? Ayak sürdüğü her yer oldukça parıltılı, dinlediği her müzik daha bir ezgiliydi.

   Sokaklar o kadar uyumlu ve düzenli ki karmaşadan değil büyüsünden kayboluyordun içinde. Hayallerdeki cennetin emsaliydi burası. Gelen gitmek bilmiyordu, buralı olmak istiyordu. Sorgulanma, yargılanma yoktu. Herkes ne ise o, nasılsa öyle seviliyordu. Mutlu olmaya sebep çoktu. Herkes bir sporla ilgileniyor, bundan haz duyuyordu. Her sokakta voleybol, futbol, basketbol oynayan çocuklar vardı. Her maçı dostluk kazanıyordu. Maaş günleri yoktu. Kimin ne zaman paraya ihtiyacı olursa gidip alıyor kimse bunu menfaatine dönüştürmüyordu. Kimsenin fazlasında gözü olmadığı gibi daha birbirlerine ne yarar sağlayabilirler bunun derdine düşüyorlardı.Devlet de kanun da karar da halkın ta kendisiydi. Yazılı kanunlar, anlaşmalar düzene sokmaz insanlığı. Düşünce yapısı değişmediği sürece dünyanın en barışçıl anlaşması da yapılsa bir anlam söz konusu değildi. Söz uçar yazı kalır kalmasına ama yazıyı kaleme alan aklını başına almaz ise öyle yazı ne okunur ne ruhlara dokunur. Buna mukabil tek bir kanun vardı.  ‘’Adaleti vicdanında yetiştir’’.

  Tarihi tüm eserlerin sergilendiği çok heybetli bir müze vardı ülkenin tam ortasında. Burası geçmişin bir portresiydi adeta. İnsanların ten rengi ile ayrılmadığı birlik çemberiydi burası. Hangi dile, dine, ırka mensup olursa olsun tek bir ad altında birleşiyordu; insan. Askerlik ne bir yıl ne de altı aydı. Her Türkiyeli asker doğardı. Doğayı ve canlıları dış dünyadan korumakla yükümlüydü herkes. Fabrikalardan güzel kokulu pembe dumanlar yayılıyor, kimseye zarar veremiyordu. Yanar dağlar aktif haldeydi, içinden binlerce çeşit çiçekler yayılıyordu. Ateşin rengi güzel, hiçbir şeyi yakmıyordu. Geleceğe yönelik tek plan doğayı korumaktı. Her göl o kadar temizdi ki en derindeki alabalıkların göz kırpışını bile görebiliyordu geçenler. Faşist, kapitalist sistemler yerine tüm canlılar için çıkar sağlayan bir sistem vardı. ‘’ Mutlu Etmek ’’.  Dünyanın bilime olan yaklaşımı ile Türkiye’nin bilime olan yaklaşımı çok farklıydı. Mesela dünya yaşanılacak başka bir gezegen arayışındayken, bu mutlu ülke yaşadığımız dünyayı nasıl kurtarabiliriz, nasıl daha çok güzelleştiririz bunu amaç ediniyordu. Kiralar, vergiler yoktu. Herkes kendi kazandıkları ile hayatını devam ettiriyordu; birilerinin alın teri ile değil. Burada her şey, her yer herkesin. Bir ülkenin çöpçüye de ihtiyacı vardır derler ya, hayır. Herkes kendi pisliğini temizlerse, geçtiği yerleri güzelleştirmeyi gaye edilirse sırf gerek var diye birileri çöpçü, hademe, amele olmaz. Bu meslekler insanı yoran ve kapitalist sistemin en büyük resmi değil mi? Böylesine özgür bir ülkede kapitalizme benzer hiçbir şey dâhil olmamalı değil mi? Sosyal medyayı saran ünlülerin; dizi, film diye adlandırılan müstehcen olaylar silsilesinin olmadığı, kirli ve yalan bilgi barındırmayan bir internet camiası vardı.

   Kültürü tanıtmak ve turizmi geliştirmek adına bir örgüt kurulmuştu. ‘’ Türkiye Kültürleri Örgütü’’  burada her gün toplanıp zengin ve zarif kültürlerini nasıl daha yararlı, iyi ifade edebilirler, gelen misafirlerin gönlünü nasıl daha hoş tutabilirler bunun hararetli konuşmasını yapıyorlar, karar alıyorlardı. Dünyada zorbalığa uğrayan kadınlara, çocuklara yardım etmeleri için ise ‘’ Operatör Kızlar’’ örgütü kurulmuştu. Yardıma ihtiyacı olanlar Operatör Kızları arıyor onlar gerekli olanı yapıyordu. Bu gruptakiler gerek insan haklarını gerek canlı yaşamını tehdit eden her mücadele ortamına sulh getirmeyi hedefliyorlardı.

   Ne olursa olsundu. Dünyayı değiştirmek ve güzelleştirmek bizim elimizdeydi. İstediğinde en yaşanılmaz topraklara bile hayat veren insanoğlu yine istediğinde kendi öyküsüne nefes verebilirdi. Yıktığını, yaktığını düzeltmek yine vicdanlı ellerde, kendimizdeydi.